Hepimizin hikâyesi, aynı başlangıçla başlıyor: bir ilk nefesle. Ağlayarak karşılıyoruz dünyayı; kim bilir belki de yaşamın ne denli karmaşık olduğunu hissettiğimiz ilk andan dolayı. Bir başlıyoruz… Ama nasıl biteceğini bilmeden. Her hikâye doğumla başlar, ölümle biter. Bu iki nokta, herkesin ortak kaderidir. Ancak bu iki noktanın arasındaki yolculuk, kişiye özeldir, benzersizdir.
Kimimiz o yolculukta güllerle karşılaşırız, kimimiz dikenlerle. Kimi hikâyeler kahkahalarla dolup taşar, kimileri gözyaşlarına boyanır. Ama aslında her birimiz, aynı evrensel hikâyenin parçalarıyız. Hepimiz farklı roller oynasak da bu hikâyede, başı ve sonu değiştiremez kimse. Doğumda eşitiz; ölümde de.
Bu hikâyede bazen biri doğar, başkasının hikâyesindeki bir boşluğu doldurur. Bazen birinin vedası, bir başkasının en derin acısı olur. Bir doğum birini güldürürken, bir başkasının son nefesi sessiz ağıtları getirir. Çünkü hayat, bir döngüdür. Ve o döngüde herkesin hikâyesi, bir diğerinin içinde yankılanır.
Belki de bu yüzden anlamlıdır yaşam; çünkü hikâyelerimiz tek bir çizgide değil, birbirine dokunarak devam eder. Kalbimizde taşıdığımız insanlar, kendi hikâyemizin en değerli cümleleri olur. Bizden sonra gelenler, bizim bıraktığımız hikâyeyi kendi satırlarına taşır. Böylece aynı hikâye, nesilden nesile bir zincir gibi sürer.
Biliyoruz ki yolun sonunda hepimizi bekleyen o son nokta var. Ama önemli olan, o iki nokta arasını nasıl doldurduğumuz. Sevgiyle, umutla, paylaşarak mı? Yoksa yalnızlık ve hüzünle mi? Bir doğumdan diğer bir ölüme giden bu yolculukta, kendi hikâyemizi anlamlı kılmak bizim elimizde. Çünkü hikâye aynı olsa da anlatılan, onu eşsiz kılan bizim dokunuşlarımızdır.
Hepimiz aynı hikâyedeyiz. Ama o hikâyeyi nasıl yazacağımız, bize kalmış bir seçim. Öyleyse, daha çok sevelim. Daha çok paylaşalım. Ve bu ortak hikâyeye, birbirimizin izini bırakalım.